Sevgili Hüda Kaya geçenlerde Gündem gazetesine “Türkiye feminizmi ve aile karşıtlığı” başlıklı bir yazı yazdı. Ardından gelen eleştirilere ise “Aile sorunu değil, insan sorunu vardır” başlıklı bir yazı ile cevap verdi. Niyetim, Hüda Kaya’ya cevap vermek değil. Aksine, aslında hiç de yeni olmayan bu tartışma vesilesiyle birkaç hatırlatmada bulunmak.
Bir transfeminist olarak Kaya’nın Türkiyeli feministler diye tariflediği kategoriye giriyor muyum, bilmem. Fakat, bildiğim bir şey var o da aile denen mesele söz konusu olduğunda tartışma muhafazakarlar vs feministler kapışmasına indirgenemeyecek bir mevzu. Keza, soyut bir muhafazakar kategorisinin neyi imlediği de ziyadesiyle belirsiz.
Ailenin korunması meselesi ne İslami düşünüşe ne de inanca dayalı bir tür muhazafakarlığa içkin bir mesele. Kemalist, aydınlanmacı projeye şöyle bir göz gezdirdiğimizde aile değerlerine olan vurguyu bir kez daha görebiliriz. Mustafa Kemal 1923’teki bir konuşmasında şöyle diyor: “Anaların bugünkü evlatlarına vereceği terbiye, eski devirlerdeki gibi basit değildir. Bugünün anaları için, gerekli özellikleri taşıyan evlat yetiştirmek pek çok yüksek özelliği şahıslarında taşımalarına bağlıdır. Bu sebeple kadınlarımız hatta erkeklerden daha çok aydın, daha çok feyizli, daha fazla bilgili olmaya mecburdur.” (1)
Kemalist modernleşme anlatısı “fedakar analar” ve onların yetiştirdiği “vatana, millete hayırlı evlatlar” mitosları ile kadının bağımsız bir özne olma ihtimalini dahi yerle bir etmek ve onu erkeğin yardımcısı konumunda sabitlemek üzerine kuruludur. Ve yine bu durum bu coğrafyaya özgü de değil. Farz-ı misal Lüksemburg’ta da kapitalist üretim ilişkileri ve onun ayrılmaz parçası ulus-devlet mitosu benzer şekilde kadını araçsallaştırır, onu evsel olana dair bir konuma sürükler.
Yine aynı şekilde heteronormativite ile kapitalizm arasındaki kırılması pek de mümkün görünmeyen bağın aile üzerinden kurulduğunu söylemek de abartılı olmayacaktır. Gayri-maddi yeniden üretim ilişkilerinin temelinde yer alan aile kurumu en özet haliyle, fabrikaya (veya kapitalizmin eriştiği safha itibariyle plazalara) işçi, savaşa asker üretmenin en karlı ve toplumu, bireyleri hülasa her türden öznelliği disipline etme aracı olagelmiştir. Modernitenin “homoseksüel” kimliğini tanımladığı, hasta olarak işaretlediğini ve koskoca bir psikiyatri “biliminin” de bu temeller üzerinden yükseldiğini de hatırlatmakta fayda var.
Bizde ise süreç bir yandan benzerlikler taşısa da, farklılıkları da barındırmıştır. Mesela modernleşme ve Batılılaşma yanlıları kendilerini Batıya güzel göstermek adına Batılı bir tür homofobiyi ihraç etmekte çok hızlı davranmıştır. Hani derler ya “Batı’nın ilmini değil, ahlaksızlığını aldık” diye. Doğrusu belki de Batı’nın ahlakını aldık olmalıdır. Çünkü, Batılılaşma beraberinde içoğlanların, zennelerin, köçeklerin minyatürlerden dahi silinmesini, oryantalist bir söylemle şekillendirilen Doğu imgesine karşı örülen direnişin ziyadesiyle heteroseksist bir biçimde yürütülmesini getirdi.
Kaos GL’de çıkan “Tanzimat Romanında Eşcinsellik, ‘Efemineleşme’ ve Batılılaşma” başlıklı bir yazıda bu mesele çok derinlemesine ele alınıyor. Tekrara gerek yok ancak yazıda özellikle tartışmamız açısından da çok önem arz eden bir iki hususun vurgulanması elzem.
Roman üzerinden bir iki incelemede bulunan yazar, bu türün Osmanlı’ya girişini şöyle tanımlıyor: “Türkiye edebiyatına sancılı ve buhranlı bir kültürel değişim olan Batılılaşma olgusuyla giren roman, ilk örneklerinden itibaren ‘efemineleşme korkusu’yla gizlenen erillik kaybı endişesini ve ‘latent’ eşcinsellik korkusunu, aşırı Batılılaşmış ‘alafranga züppe’ tiplemesiyle yansıtır.”
Ve ekliyor: “Türk romanın doğuşu olarak kabul edilen Tanzimat romanında görülen homofobinin temelinde yatan ve ‘kadınsılaşma’ endişesine de kaynaklık eden ‘eril kimlik kaybı’nın kökeninde yatan ise, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde gerçekleşen savaşlarda yaşanan toprak kayıplarının; iktidarın, sadece askeri alanda elde edilecek zaferlerle kazanılacağına olan inançtır. Gerçekleşmeyen arzuların yer değiştirmesi, bastırılmak suretiyle ötelenmesi ya da alay konusu edilmesiyle neredeyse yüzyıllık bir süreçten, bugün gazetelerin 3. sayfa haberlerine cinayetlerle konu olan eşcinsellerin kurban edildiği nefret söyleminin, nasıl bir tarihsel süreçteki kültürel- politikalardan homofobiye evirildiğini de göstermesi bakımından mühimdir Tanzimat romanı.”
Tanzimat romanında kristalleşen bu korku bir yandan Batılılara kendi ‘normalliğini’ ispatlama çabası; öte yandan ise eşcinsel ve translığın Batıyla özdeşleştirilmesi manasını taşır. Bu reaktif söylem bugün de LGBT oluşların Batılı addedilmesi ve bu coğrafyadaki eşcinsel pratikler ile trans hallerin itinayla görmezden gelinmesi ile devam ediyor.
“Bizde öyle şeyler olmaz, bu sapkınlık Batı’ya özgüdür” derken bir yandan da tıbbi bir söylemle homofobi ve transfobiyi kurumsallaştıranın Batı olduğu görünmez kılınır.
Ki, sömürgeci aklın da tam olarak istediği budur. Pinkwashing denen, sömürgecinin gey hayatıyla betimlenen bir modernite imajıyla, sömürülenin homofobik barbarlar olduğu miti el ele ilerler. Bu bir yandan Batı’nın kendi kanlı sömürgeci tarihini görünmez kılması öte yandan elindeki LGBT kanını da yıkamaya çalışması anlamlarına geliyor. Sömüren ve sömürülen heteroseksizmde uzlaşmış oluyor.
***
Şimdi bütün bunların aile tartışmasıyla alakası ne dediğinizi duyar gibiyim. Aile savunucularının sığındıkları argümanlar tam olarak da bu söylemlerle ciddi paralellikler taşıyor.
Kaya’nın, “Türkiye Kemalizmi gibi, bazı feminizm anlayışları da hala kendi mevcut yapıları ile yüzleşememeleri sonucu toplumsal, sosyal gerçeklikleri hakkı ile değerlendirememelerine sebep olmaya devam ediyor maalesef” ifadesini tersten sormak zaruri bir hal alıyor.
“Türkiye Kemalizmi gibi, bazı muhafazakar, İslamcı, Müslüman anlayışların da hala kendi mevcut yapıları ile yüzleşememeleri sonucu eleştirdiğine benzemeleri şaşırtıcı değil mi?”
Mustafa Kemal ile Erdoğan’ın nerelerde benzeştiğini görmeden politika yapmak toplumsal gerçekliklerden kopmak anlamına geliyor. Her ikisi de kişiler arasındaki ilişkileri devlet vasıtasıyla düzenliyor. Yasaların dahi denetleyemediği akrabalık ilişkileri üzerinden katliamlara, baskı, şiddet ve asimilasyon politikalarına dayanan bu sistemin devam etmesini sağlıyor.
Sevgili Nükhet Sirman ile ‘kızlı-erkekli’ meselesi üzerine gerçekleştirdiğim söyleşide dediği gibi: “Akrabalık, insanlar arasındaki yasaların dahi hiçbir şekilde yönetmediği ilişkileri hiyerarşize ederek yönetme sanatıdır. Akrabalıkta çünkü muhakkak hiyerarşiler konulur. Baba ile anne; anne, baba, çocuk; anne, teyze arasındaki hiyerarşiler belli. Yani çok kılcal damarlara kadar giden ve çok ince ayrımlar yapabilen bir hiyerarşi sistemidir. Onun için aileye çağırılıyor insanlar. İnsanlar arasındaki ilişkilerde gri alan kalmasın diye. Hiyerarşiye oturduğu ölçüde nasıl olacağı önceden kestirilebilir oluyor. Gri alanlar, boşluklar, sınıflandırılamayanlar kendini yönetimin öznesi olarak koyan insanlar için tehlikelidir.”
Ve yine Kemalist iktidarın Osmanlı’daki eşcinsel pratikleri içeren minyatürleri yok ettiğini, devlet arşivlerinde sakladıklarını belirtmekte fayda var. Kutsal aile kurumunun devamı tarihin yeniden yazımıyla mümkün oluyor. Ve biz bu yeniden yazılan Kemalist tarihi sorgulamadan, Kemalizm karşıtı görünüp, Kemalist modernitenin dehlizlerinde kayboluyoruz.
“Toplumun temel taşı ailenin” işkence, şiddet ve cinayet yuvası olduğunu hatırlatmak gerekiyor mu, bilmiyorum. “Sıcak yuvanın” ateşini eşcinsel ve trans çocukların kemikleri ısıtıyor, mutluluk resimleri nefret cinayetlerinde, kadın cinayetlerinde dökülen kandan damıtılan boyalarla çiziliyor. Münferit denilen cinayetlerde binlerce, onbinlerce insan yitip gidiyor. Rakamları derleyenler vardır muhakkak; ancak ölümü istatistiklere sığdırmak benim etik anlayışımın çok ötesinde…
İlla örnekleyeceksek Roşin Çiçek’e bakalım: 18 yaşında babası ve iki amcası tarafından aile değerlerini korumak üzere katledildi. Çünkü o, olduğu hal ile muhafaza edilmesini pek önemsediğimiz aile kurumunun pek de istemediği birisiydi.
Yine Ahmet Yıldız cinayeti hafızalarımızda çok yeni. Gerçi, LGBT’ler için bunu hatırlatmaya gerek yok. Tarihte olup bitmiş bir şeyden değil, hayatın her alanında karşılaştığımız bir baskıdan bahsediyorum.
Pardon, aile saadetinizi bozacağız ama ölüyoruz!
Büyük kentlerden ücra köylere, LGBT’lere soralım, “Aile nedir?” diye. O zaman tam anlamıyla görebilmemiz mümkün olacak belki de aile denen işkence merkezinin açmazlarını.
Veya dilerseniz size kendi hikayemden bahsedeyim. Babam ve dayılarımın cinsiyet kimliğimi öğrendiğinde bana yapabileceklerinden. Doğumumdan itibaren ailenin nasıl kara koyunu olduğumdan. “İbne misin lan sen!” diyip bir yandan oramı buramı elleyen kuzenlerden bahsetmemi ister misiniz? Her gün ağlayarak annemin yanına gidişlerimden…
Ağlamayan bebeğe meme hikayesi gibi sanırım ajitasyon çekmediğimiz sürece umursanmıyoruz. Acı dolu hikayelerimizi ifşa etmemiz bekleniyor. Israrla uzağında durmaya çalıştım bu acı pornografisinin. Ama belki de Pandora’nın kutsal aile kutusunu açmak gerekiyor. Kaldırabilecek miyiz yaşananları, yaşadıklarımızı bilmiyorum.
***
Baba, koca, sevgili, ağabey, dayı, amca, dede şiddeti ile yaşamları sarmalanan kadınları; aile içinde sistematik taciz, tecavüz ve cinayetlere uğrayan eşcinsel ve transları aileye çağırmak katliama davetiye çıkarmaktan öte bir anlam taşımıyor zannımca.
Sevgi meselesini ise aileye indirgemek abesle iştigal. Kan bağına dayalı olmayan bir tür sevgi mümkün değil midir? Mesela beraber mücadele ettiğim Hüda Kaya’yı sevmem için annem, ablam, teyzem olması mı gerekir? Sevgiyi tanımlarken aile kavramlarına dönmemiz elzem midir?
Yine bu yazıda anımsatılanlar ve yazılsa ansiklopedileri dolduracak şiddet mekanizmalarına karşı, “Aile dışında hayat var” demek; en temel hak olan yaşam hakkını savunmak demek değil midir?
Keza, Hüda Kaya’nın yazısında içimi en çok acıtan, beni bu yazıyı yazmaya sevk eden ve günlerdir hüzünlenmeme yol açan, “Aile karşıtlığı, sosyal ve duygusal değerleri ret üzerinden yapılacak her çeşit sosyal ve siyasal çalışmalar toplumun kadınlarını kuşatmak ve kurtarmak bir tarafa, yıllardır kayıp evlatlarının, kardeşlerinin ve eşlerinin izlerini bulmak için Galatasaray Meydanı’nda oturan Cumartesi Anneleri’ni ne kadar anlayabilirler? Aile karşıtı kampanyalarını, 34 canlarını kaybeden ve hala yaslarını tutmaya devam eden Roboskili kadınlara ve ailelerine ne kadar anlatabilir ve anlayabilirler? Hatta bu değer ve aile reddi referansına dayanan bir kadın hareketi, evladının kemiklerine kavuşamadığı için gözleri açık giden Berfo Ana’yı bile anlamaktan çok uzak olacaktır” ifadeleri tam da bu katliamlara yol açan sistemin temel taşı aileyi kutsamaktan öte ne anlam taşır?
Siyasetle Cumartesi Anneleri’nin mücadelesi üzerinden ilişkilenen benim Kaya’nın sorularına cevabım net:
Evet anlayabilir ve anlıyoruz. Çünkü biz mücadeleyi, sevgiyi, dayanışmayı, acıyı, hüznü ve hakikati aile ve kan bağları üzerinden kurmuyoruz. O yüzden gökkuşağı bayraklarımızla Roboski katliamını protesto yürüyüşlerinde her daim yer alıyoruz. O yüzden yıllardır feministler ve LGBT aktivistleri Kaya’nın bu saydığı katliamlara karşı sokakta. O yüzden Onur Yürüyüşü’nde “Kürdistan faşizme mezar olacak”, “Her yer Lice, her yer direniş” ve “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz” sloganları hep bir ağızdan atılıyor.
Ve yine biz kutsal aile değerleri gibi soyut kavramlar üzerinden değil, acılarda ortaklaşıyoruz. Sistemin katlettikleri olarak birbirimizin acısına yaklaşırken elinde kırılgan bir çay bardağı varmışçasına hareket ediyoruz. Biliyoruz ki bizi en fazla biz kırabiliriz. Kırılganlıklarımızı birbirimizde gideriyoruz.
Çünkü belki de biz isimsiz mezarlarda yan yana uzanan kimsesizleriz…
Çünkü biliyoruz, nefret cinayetlerinde hayatını kaybeden ve ailelerinin sahiplenmediği translar ve eşcinseller, gözaltında işkenceyle öldürülen devrimciler, devletin ölü bedenlerine dahi işkence yaptığı HPG gerillaları Kimsesizler Mezarlığı’nda yan yana uzanıyor.
Ve yine oğlunu gözaltında kaybeden, kemiklerine bile ulaşamayan bir annenin; kendisini cinsiyet belasından azade bir şekilde kurgulamaya çalışan bir transa, “Aynı oğluma benziyorsun” dediğinde, “Ben senin oğlun sayılırım” diyip sarıldığını biliyoruz.
Bu trans kendi annesi, ailesi, toplum ona her “erkek” dediğinde öfkeden küplere binse de; orada, o biricik mekan ve anda evladını yitiren bir annenin oğlu olmaktan hiç gocunmuyor. Hayat tuhaf karşılaşmalara gebedir her daim en klişe haliyle. Ve o biricik an ise belki de hal-i pür melalimiz…
***
Bu seneki Onur Yürüyüşü’nün ardından sormuştum, yineliyorum: LGBT mücadelesi bu topraklarda yeşermeye başladığı ilk günden itibaren diğer ezilen kesimlerin taleplerini sahiplendi. Öldürülen direnişçiler, devrimciler, eşcinsel ve translar için “Katil polis hesap verecek” sloganını Onur Yürüyüşü’nde gördüğümüz gibi Madımak, Roboski, Hrant anmalarında, 1 Mayıs meydanlarında görmek çok mu uzak ihtimal?
Sonsözlerim ise bu sorulara bir ek olsun: Kemalist, ulus-devletçi zihniyetin ahlak ve aile savunuculuğundan kopamayanların Roşin Çiçek’i anlaması mümkün mü?
“Aile değerlerine karşı söz edersek toplum bunu kaldırmaz” diyenlerin, bütün toplumun birleşerek saldırdığı; bir gecede dokuz karakolda tecavüze uğrayan Ülker Sokak’taki transların acısını hissedebilmesi ne kadar olası? (YT/ÇT)
(1) Aktaran Doğramacı, Emel (1992): Türkiye’de Kadının Dünü ve Bugünü, Ankara: İş Bankası Yayınları, s.129-130.
* Bu yazıda yürütülen tartışma alternatif aile deneyimlerini dışlamaz; aksine alternatif bir aile kurulabilecekse bunun şiddet, tecavüz ve katliamlarla hakiki bir yüzleşmeyle mümkün olacağını iddia eder. Alternatif ailenin mümkünlülüğüne ilişkin kafasında sorular olanların çocukları LGBT’ler olan ailelerin hikayelerinin anlatıldığı “Benim Çocuğum” belgeselini izlemesini öneririm.
* Diyarbakır’da eşcinsel olduğu için öldürülen Roşin Çiçek davasının 8. celsesinde de adalet sağlanmadı. Değişen mahkeme heyeti, SPoD’un (Sosyal Politikalar Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği) davaya müdahilliğini kaldırırken dava 10 Şubat’a ertelendi.